Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, göreve geldikten
dokuz gün sonra, 11 Aralık 2019’da, AB’nin ‘Yeşil Mutabakat
Bildirisi’ni açıkladı. Yeşil Mutabakat, AB yönetiminin
“iklim değişikliği ile mücadele konusundaki önerileri” gibi
tanıtılsa da Avrupa kapitalizminin en ileri unsurlarının yeni
büyüme stratejisinin kod adıydı bir bakıma.
Berlin Duvarı’nın yıkılışından kendi taştan putunu yontan
neoliberal kapitalist ‘zafer’ iddiası, daha 90’lı yıllardan
başlayarak, aralarında Türkiye’nin de olduğu geç kapitalistleşmiş
ülkelerde ve yağmalanan eski ‘Doğu Bloku’ ülkelerinde ortaya çıkan
sarsıcı krizlerle erkenden tökezlemişti. Ama 2008’den sonra,
sorunun, en ‘ileri’ ülkeleri ve sektörleri de dâhil olmak üzere,
kapitalizmin tüm bedenini saran yanı açıkça ortaya çıkmaya başladı.
Yeni dünya düzeninin bir başka putu ‘küreselleşme’
sözcüğünden imal edilmişti, ama Batı kapitalizminin lokomotif
güçleri derinleşen sorunlara karşı ‘küresel’ çözümler üretemediler.
Dahası tek tek ülkeler ve dev kapitalist sektörler yıkımlar yaşadı.
Hastalığın iltihapları, Türkiye ve Orta Doğu’da, Hindistan ve
Brezilya’da, hatta ABD’de siyasal çıbanlar olarak ortaya çıktı.
2010’ların sonuna gelinirken, Duvar’dan yontulan kapitalist
hegemonyanın ‘sürdürülebilir’ olmadığı artık açıktı. Dünya, vaaz
edilen barış ve refaha erişmek bir yana, kapitalist sanayinin son
250 yıllık vahşi kaynak sarfı ve atıkları nedeniyle
gezegen olarak bile istikrarsızlaşıyordu. Çevresel yıkım
ve iklim değişikliği, kâr amaçlı ve plansız üretim ile piyasacı
pazarın ortak eseriydi; ama büyük kapitalistler onda, bizzat kendi
eylem ve işleyişleriyle ortaya çıkan korkunç sonuçlarından
yararlanacakları yeni bir put imkânı gördüler. ‘İklim
krizi’, bir egemen sınıflar ittifakı anlamında Batı’nın yeni
emperyalist büyüme stratejisine, hem meşru bir gerekçe
(ideoloji), hem kuralları yeniden koymak için elverişli
bir maddi zemin verebilirdi.
Bu strateji, AB içinde ve dışında, farklı bölgeler ve ülkelerin,
farklı sektörler ve sermaye kesimlerinin çıkarları açısından zıt
sonuçlar doğuracağı için tartışma ve itirazlara da yol açtı. Orta
ve Doğu Avrupa ülkelerinde, hatta ormancılık sektörüne dair
endişelerle Finlandiya’da eleştiri konusu oldu. Ama Yeşil
Mutabakat, en zenginlerin buhrandan çıkış stratejisi olarak
güncelliğini, ‘gücünü’ koruyor. Ve önerilerinden çok daha
etkin yaptırımlarıyla, AB’ye mal ve hizmet satan
ülkelerde, iktisadi yapıda değişimlere yol açacak, kaynak
dağılımını değiştirecek düzenlemeler gerektiriyor.
Büyüklerin bu ‘kuralları yeniden koyma’ hamlesi, bizde
de ilk olarak büyüklerin, büyük sanayi sermayesinin
gündemine girdi. TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, 18 Mayıs 2020’de
Sabah gazetesinde yayınlanan röportajında şöyle diyordu
örneğin:
“Yeni düzen, içinde birçok fırsat barındırıyor. En büyük
ticaret ve yatırım ortağımız olan AB’nin toparlanma yönündeki
hazırlıkları Türkiye için çok önemli. […] Katılım müzakereleri iki
taraftan da kaynaklı nedenlerle bir süredir donmuş durumda. Teknik
bir güncellemenin ötesinde Gümrük Birliği'nde Yeşil Mutabakat ve
sürdürülebilir kalkınma hedeflerini de içerecek adımların atılması
halinde üyelik hedefinin de güçleneceğini umut ediyoruz.”
Kaslowski, görülecek şekilde gizlenmiş bir eleştiride
[ilişkilerde ‘iki taraftan da kaynaklı nedenlerle donma’]
bulunmakla birlikte, taleplerini açıkça söylüyordu: Gümrük
anlaşmasının Yeşil Mutabakat ve sürdürülebilir kalkınma
hedeflerini içerecek şekilde yenilenmesi.
Bundan sadece iki gün sonra da Bloomberg HT’de bir yazısı yayınlandı TÜSİAD
Başkanının. Rejimin merkez gazetesine söylediklerinden daha ileri
gitmişti. “Tedarik zincirlerindeki değişim, Avrupa’nın yanı
başında, Gümrük Birliği üyesi ve iyi bir endüstri alt yapısı olan
ülkemiz için fırsat” diyordu; ancak bu fırsatı ele geçirmek
için “yeni dünyanın yeni kriterlerine” uymak gerekliydi:
“AB değerler sistemi içinde güvenilir ve istikrarlı bir ekonomi
olarak görülmek, temel hak ve özgürlüklerde belli standartları
sağlamak, güçlü bir hukuk devletine sahip olmak, dijital altyapının
yeterliliği ve iklim değişikliğine karşı bir yol haritasına sahip
olmak.” Türk sanayi burjuvazisi, Mayıs 2020’de, AB’nin
Yeşil Mutabakat fermanından sadece beş ay sonra,
repertuarına “iklim değişikliğine karşı yol haritası”
şartını eklemişti. Küresel stratejinin özünü başarıyla
ifade ediyordu Kaslowski bu yazıda: “Yeni dönemin bazı
alanlarda getirdiği yıkımı yaratıcı yıkıma çevirerek ekonomimizi
dönüştürmek…”
Zayıflar için yaşasın cehennem!
Ekonomiyi ‘dönüştürecek’ bu ‘yaratıcı yıkım’ın adı Türkiye’de
yeşil dönüşüm oldu. Büyük sermayenin tüm sözcüleri, her
konuşmalarında ve demeçlerinde “yeşil dönüşüm”, “sürdürülebilir
kalkınma” gibi parolaları mutlaka kullandılar. Belli başlı büyük
şirketler bunları stratejik yönetim ilkesi olarak benimsedi. DEİK,
TİSK ve biraz gecikmeli de olsa TOBB, bu ‘yeni gerçek’ eksenine
çekildi. TÜSİAD, Aralık 2020’de “Yeşil Mutabakat’ın birçok farklı
boyutunu özel sektörün tepe yöneticileri ile ele almak” üzere,
‘Yeşil Mutabakat Söyleşileri’ serisini başlattı. Sonraki 7 ayda,
Koç, Sabancı, Borusan, Eczacıbaşı gruplarının tepe yöneticilerinin
katıldığı 7 oturum düzenlendi. Konuyla ilgili pek çok rapor
hazırlandı, webinar düzenlendi. Ve nihayet, TÜSİAD
bünyesinde bir “Yeşil Mutabakat Görev Gücü” oluşturuldu!
Bu ‘harekât’ tınılı isimlendirme konunun ehemmiyetini
ifade ediyor olmalı! (1)
‘Yeşil dönüşüm’ün, yüksek karbon emisyonları nedeniyle en çok
etkilemesi beklenen inşaat, çimento, tekstil, gıda gibi sektörlerde
yoğunlaşan, bir kısmı kamu ihalelerinin dopingiyle var olan MÜSİAD
tarafında ise bu hegemonik çıkışa karşı uzun süren bir kayıtsızlık
dikkat çekti. İstanbul sermayesinin “yeşil gümrük” talep etmeye
başladığı 2020 yazında, dönemin MÜSİAD Başkanı Abdurrahman Kaan,
Dünya gazetesine, hem ekonomik hem de politik pozisyonuna uygun
olacak şekilde, “Ekonomik istihbarat savaşları
geliyor” başlıklı yazılar yazıyordu! Bir yıl sonra, 11 Eylül
2021’deki MÜSİAD Genel Kurulu’nda Erdoğan, siyasi düzeyde neredeyse
organik bir ilişkiyi tasvir ederek, “MÜSİAD milletin bizatihi
kendisine ait bir kuruluştur. Sizler de millet adına burada vazife
üstlenen kadrolarsınız” ve “MÜSİAD'la önümüzdeki dönemde
daha yakın çalışmayı planlıyoruz” diyecek, iklim değişikliği,
yeşil mutabakat ve sürdürülebilirlik konularını “gayet özgüvenli
bir yerde duruyoruz” diyerek hızlıca geçecekti.
Ancak 20-21 Eylül’deki ABD temaslarının malum sonuçlarının
ardından olsa gerek Erdoğan, 27 Eylül’deki kabine toplantısının
ardından yaptığı açıklamada,
“Türkiye, 2053 vizyonumuzun ilk ve en kritik hedeflerinden biri
olduğuna inandığım yeşil kalkınma devriminin tabii bir sonucu olan
iklim değişikliği konusunda yeni ve tarihi bir adım atıyor”
diyecek, Paris İklim Anlaşması’nın imzalanacağını ‘müjdeleyecek’
idi. (2)
İki gün önceki kabine toplantısı sonrasında yaptığı konuşmada ise vites
yükseltti: “Önümüzdeki dönem için Yeşil Kalkınma Devrimi’ni tüm
çalışmalarımızın merkezine yerleştirerek insanlığın önündeki bu
önemli krizin çözümünde öncü ve etkin bir rol üstlenmekte
kararlıyız.” Oldukça kısa sayılabilecek bir sürede, “O konuda
özgüvenimiz tam” demekten “Tüm çalışmalarımızın merkezine
yerleştiriyoruz” demeye gelen, bakanlığın adını değiştirmeye ve
bürokraside yeni birimler ihdas etmeye varan bu gayretkeşlik, temel
konularda bir aks değişikliği midir? Erdoğan, Türkiye’de
gelişmişlik ve Batı kapitalizmi ile entegrasyon açısından en etkin
durumdaki büyük sermayenin ‘yeşil dönüşüm’ adı altında ifade ettiği
talepleri benimsemiş ve bunu mu ilan etmektedir? Kendi ittifak
bloku içindeki sermaye kesimlerini de “ekonomik istihbarat
savaşları” gibi soyut söylem kabukları yerine küresel kapitalizmin
yeni büyüme stratejisine mi uyumlamaya çalışacaktır?
Hem uluslararası hem de yerel koşulların zorlaması sonucunda
böyle bir noktaya, hiç değilse ‘şeklen’ gelinmiş gibi görünüyor.
Dışarıda, ABD ve Rusya ‘temasları’nın ortaya çıkardığı tablo;
içeride, koşullarını ve aktörlerini giderek daha somut hale getiren
burjuva restorasyon projesinin artan etkinliği zorlayıcı faktörler.
Büyük sermaye, Batı kapitalizminin ‘yeni yeşil stratejisi’
konusunda ‘korumacılık’ gibi endişelere sahip olsa da, burası
dışında politik ve ekonomik geleceğinin olmadığının bilincinde. Her
koşulda, şimdiki yıkık halinden daha güçlü bir iç/ulusal pazara,
küresel teamüllerle uyumlu bir politik-ekonomiye, bir tür ‘yeni
sanayileşme’ –hatta satın alma gücü ve politik bilinci açısından da
‘yeni’ bir işgücü piyasasına (nüfusa) ihtiyaç duyuyor. (3) Orman
yangınları ve düzensiz göç karşısında ortaya çıkan bazı
reaksiyonlar, müstakbel yeni dönem restorasyonu için mümkün ve
elverişli olan bir ideolojik kabuğu da belli belirsiz göstermişti.
Yirmi yıldır aşınmış ve itibarsızlaşmış ‘muhafazakâr demokratlık’
yerine, bir tür ‘liberal ulusalcılık’, ‘milliyetçi küreselcilik’
ikame edilebilir mi? Neden olmasın?
Maddi koşullar üzerinde, ‘yaratıcı yıkım’ tamlamasında ifadesini
bulan dönüşüm baskısı, sadece ‘TÜSİAD sözcüleri’nin
keyfinden menkul değil. İktisadi altyapıdaki büyük basınç,
siyaseti ve devleti de hareketlendiriyor. Merkez siyasetteki hızlı
devinim herkesin malumu. Bir süredir AKP/Erdoğan tekelinde olduğu
düşünülen devlet aygıtında da ve hatta devlet içindeki AKP/Erdoğan
kolonunda bile ‘yüksek hareketlilik’ dikkat çekiyor. Sedat
Peker’den TÜGVA’ya uzanan bir hattaki ifşaatı mümkün kılan
‘kaynaklar’ın varlığı bile başlıca önemli.
Erdoğan’ı büyük burjuvazinin taleplerini benimsediğini söylemeye
zorlayan, bu her açıdan ‘yeni’ olan şartlar olmalı. Toplumun ve
toplumsal güçlerin 40 yıllık faşizan baskılarla etkisinin
sınırlandığı koşullarda iktidar kavgası; sermaye, bürokrasi ve
siyasetteki gerilimleri yansıtacak şekilde ‘devlet merkezli’ bir
alanda gerçekleşiyormuş gibi görünüyor. Bu durum Türkiye toplumu
için hem kısa hem de uzun vadeli büyük bir tehdit olarak
görülmeli.
NOTLAR
1- Avrupa Yeşil Mutabakatı konusunda, dönüşüm için gerekli
fonların dağıtımı, AB şirketlerinin fonlanıp dışarıda kalanların
maliyetleri kendilerinin üstlenmeleri gibi ihtimaller, başka
ülkeler gibi Türkiye sermaye sınıfı için de endişe kaynağı olarak
vurgulanıyor. Bu yanıyla süreç yerli büyük sermaye için de dikensiz
gül bahçesi değil; ama söz konusu tartışmalar, bu yazının ölçeğinin
dışında.
2- Mehveş Evin’in Gazete Duvar’daki “Erdoğan hangi ara yeşilci
oldu” başlıklı yazısı, bu konuda kapsamlı bir değerlendirmeyi
içeriyor.
3- Burada çok ham haliyle dile getirilmiş bu hususlarda, Kansu
Yıldırım ile yaptığımız tartışmalardan yararlandığımı
söylemeliyim.