Yaptığı çalışmalar birçok uluslararası dergide yayınlanmış,
önemli araştırmaların altına imza atmış, dünyanın en prestijli
üniversitelerinde çalışma imkânı bulmuş bir bilim insanıydı. Uzun
yıllardan beri yurt dışındaydı; doktorasını yaptığı üniversitede
iyi bir iş bulmuş, burada kendisi gibi Türkiye’den gelen
meslektaşıyla evlenmiş, çocukları olmuştu. Çalıştığı üniversitede
hem meslektaşları, hem de öğrencileri tarafından sayılıyor,
seviliyor, güzel bir evde oturuyor, kalburüstü bir hayat sürüyordu.
Yine de her göçmen gibi, o da bir gün ülkesine dönmenin hayalini
kuruyordu. Ailesi ile bağları hiç kopmamış olsa da araya giren
mesafeler içindeki özlemi büyütüyor, doğduğu, büyüdüğü topraklarda
kendi insanlarıyla birlikte olacağı, kendi anadilini konuşacağı
günlerin hayalini kuruyordu. Nihayet, en sevdiği yönetmenin dediği
gibi “tutkuyla sevdiği yalnız ve güzel ülke”sine dönebilmesi için
bir imkân doğmuştu. Üstelik bütün ailesiyle birlikte gidebilecek,
araştırmalarını kendi topraklarında yürütebilmesi için hatırı
sayılır bir fonun başına geçecek, ülke koşulları için hiç de kötü
sayılmayacak bir ücretle, dilediği üniversitede çalışabilecekti.
Beyin göçünü geri çevirme kararı alan hükümet ülkeye dönmek isteyen
bilim insanlarına adeta açık çek vermişti. “Neden olmasın?” diye
düşündü. Eşine, çocuklarına sordu. Başlangıçta biraz tedirgin
olsalar da, teklif çok cazipti. Çocuklarını kendi vatanlarında
yetiştirebileceklerdi. “Hem ne olacak, baktık olmadı, geri
döneriz.” diye düşündüler.
Çocukların yeni okullarına, kendisi ve eşinin yeni çevreye, yeni
çalışma arkadaşlarına uyum sağlamaları biraz zamanlarını alsa da
eşinin ve kendisinin üniversitede ve bilim camiasında gördükleri
ilgiden çok memnundu. Arka arkaya konferanslara, panellere davet
ediliyorlar, önemli araştırmalara danışman atanıyorlar, ülkeleri
için iyi işler yaptıklarına inanarak gururlanıyorlardı. Ne var ki,
memlekette ters giden bir şeyler olduğunu sezmesi uzun sürmemişti.
Oldum olası toplumsal meselelerde sesini yükseltmeyi seven birisi
değildi. Öyle çok konuşkan da sayılmazdı. Yine de davet edildiği
bilimsel toplantılarda, aynı oturumda yer aldığı meslektaşlarıyla
memleket meseleleri üzerine birkaç söz ediyor, salondan gelen
soruları yanıtlarken ister istemez ona göre siyaset bilimcilerin
alanına giren konulara değinmek zorunda kalıyordu. Hatta bu
nedenle, aynı çalışma ortamında bulunduğu bir meslektaşı tarafından
-tümüyle iyi niyetle- üzeri örtülü biçimde uyarılmıştı. Yine de,
memleketten çok uzun yıllar ayrı kaldığı için, tam olarak neyi
söylemesinin kabul edilebilir, neyi söylemesinin kabul edilemez
olduğunu kestirmesi kolay olmuyordu.
Bir süre sonra panel davetlerinin, hakemlik görevlerinin,
danışmanlık tekliflerinin arkası kesildi. Hala araştırma fonunun
başında görünüyordu, ama fonu veren kuruluş, sözleşmesi gereği altı
ayda bir verdiği raporları değerlendirmeyi geciktiriyor, aradığında
telefonlarına kimse çıkmıyor, bir önceki raporun kabul edildiği
bilgisi gelmeyince de üniversite yeni dönemin bütçesini kullanıma
açmıyordu. Çalışmaları durma noktasına gelmişti. Odasının kapısı da
eskisi kadar çalınmıyordu artık. Koridorda kimi meslektaşlarının
selam vermemek için yollarını değiştirdiklerini fark etmişti.
Tam da o günlerde, cuma sabahlarına yeni gözaltı haberleriyle
uyanmanın alışıldık bir hale geldiğini fark etti. Hak savunucuları,
muhalif siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler perşembeden
hazırlıklı girmeye başlar olmuştu yatağa. Sabah gün ışırken kapı
çalınabilirdi. Bu yüzden perşembe akşamları hafif ama doyurucu bir
yemek, alkol alınıyorsa aşırıya kaçmamak, ılık bir duşa girip
rahatlamak, sevdiklerine bolca sarılmak, erkenden yatmak ve iyice
dinlenmek önemliydi. Soğuktan koruyacak ama uzun süre üzerinde
kaldığında da rahatsızlık vermeyecek kıyafetleri, rahat
ayakkabıları önceden hazır etmek, banka ödemesi, önemli yazışmalar
vb. işleri cumaya bırakmamak alınabilecek önlemler arasında
sayılıyordu. Sonrasında, bu hafta piyango “kime çıkacak” diye
beklemekten başka yapacak pek bir şey kalmıyordu. Daha geçen cuma,
bir panelde birlikte konuşmacı olduğu akademisyeni, ülkenin en
saygın hukuk fakültelerinden birinin dekanını gözaltına almışlardı.
O da kendini güvende hissetmiyordu. Muhalif sayılabilecek orta
halli bir gazeteye verdiği röportaj sosyal medyada epeyce
konuşulmuş, maaşları belli bir merkezden ödenen troller olup
olmadık şeyler yazmışlardı hakkında. “Ben bu hale nasıl düştüm?”,
diye düşünmeden edemiyordu. Birkaç yıl önce ayrıldığı yurtdışındaki
üniversitesine geri dönmek için yazmışsa da henüz olumlu bir yanıt
alamamıştı. Bu arada, meslektaşlarına ya da medyadan tanıdığı
birçok isme yöneltilen suçlamalar giderek gerçek üstü bir hale
dönüşüyordu. Sanki atılan suç ne kadar akıl dışı, şeylerin olağan
akışına ne kadar aykırı, ne kadar tutarsızsa, o denli etkili
oluyordu. Yıllar önce katıldığınız şiddetsiz bir gösteri yürüyüşü,
bir sosyal medya paylaşımı, bir toplantı, uzaktan tanışıklığınız
olan biriyle telefonda yaptığınız bir görüşme, yazdığınız bir yazı,
yaptığınız bir basın açıklaması ya da yapmadığınız, aslı aklınıza
gelmeyecek bir sürü başka şey, bir cuma sabahı gözaltına alınma
nedeniniz olabiliyordu. Hatta bir seferinde gözaltına alınan
akademisyenler ve hak savunucuları, yurtdışından kırmızı elbiseli
kadın, duran adam ve piyanist getirtmek yoluyla Gezi eylemlerini
yurt sathına yaymakla suçlanmışlardı. Kamuoyunda şaşkınlık
yaratacak, “yok artık” dedirtecek bir isimseniz eğer, cuma
gözaltıları için daha da makbul bir adaysınız demekti. Türkiye’de
yıllardır faaliyet gösteren, önemli işlere imza atmış bir sivil
toplum örgütünün yöneticisiyseniz, gerçeğin peşinde bir gazeteci,
başka türlü de siyaset yapılabileceğini göstermek için çabalayan
muhalif bir siyasetçiyseniz elbette haftanın her günü gözaltına
alınabilirdiniz. Cumaları ise daha “özel” durumlara ayrılmıştı.
Mesela işinden edilmiş, bunun üzerine mesleği olan avukatlığı
yapması engellenmiş, o da yetmemiş kazandığı üniversiteye kayıt
yaptırmasını engellemek üzere kişiye özel yönetmelik değişikliği
yapılarak eğitim hakkı elinden alınmış bir barış
akademisyeniyseniz, cuma gözaltıları için ideal bir aday
sayılabilirdiniz. Ya da ülkenin en önemli üniversitelerinden
birinde alanıyla ilgili çok önemli çalışmalara imza atmış, ödüller
almış bir profesör olmanız da sizi böyle bir pozisyon için ideal
aday konumuna getirebilirdi.
Sonuçta, kamuoyundan ve uluslararası çevrelerden, bir de yandaş
basının kalemşörlerinden gelecek tepkiye göre kısa ya da uzun
gözaltılar için cuma, hayırlı bir gün olarak görülüyor olmalıydı.
Bu arada yandaşlar hakkınızda yazıp çizmeye başladıysa, uzun
kalacaksınız demekti. Yandaşın diline düşmediyseniz, kısa sürede
serbest kalmak için bir şansınız olabilirdi. Yine de o hafta sonunu
gözaltında geçirmeniz garanti gibi bir şeydi. Zaten kısa sürede
bırakılmayacaksanız, fazladan yatılan, ömrünüzden, sevdiklerinizden
çalınan birkaç gün daha… Her bir dakikası eşsiz, salıverildiğinizde
sizden dilen(mey)en pardon zamanı geri çevirmeyeceği için bir daha
geri gelmeyecek günler ve geceler… Normal şartlar altında, temel
özgürlüklerin minimum düzeyde dahi güvence altında olduğu bir
demokraside lafı bile edilmeyecek sebeplerle ömrünüzden çalınan
günlerin telafisi yok mu? O zaman bu sizi cuma gözaltılarının uygun
adaylarından biri yapmaya yeterli bir sebep demekti.
Sonrasında, elbette dosyada gizlilik kararı pek işe
yarayabilirdi. Böylelikle, avukatların erişemediği bilgiler ya
doğrudan yandaş kalemşörlerce servis edilir, ya da emniyet
tarafından yapılan bir açıklamayla gözaltına alınma sebebiniz bir
yargı kararı netliğinde gözler önüne serilebilirdi. Bu noktada,
size yöneltilen suçlama ne kadar absürtse o denli etkili olacaktı.
Korkutarak yönetmek bunu gerektiriyordu zira. Her an herkesin
başına en olmadık işin gelebileceği korkusu yayıldıkça, suskunluk
sarmalı büyüyordu. Bu arada hükümet, yurt dışındaki bilim
insanlarına yurda dönmeleri için cazip koşullar vaat etmeye devam
ediyordu.
Bir cuma sabahı kapı çaldığında, hafızasına kazımak istercesine
uzun uzun çocuklarını uykudaki masum yüzlerini seyretmiş, üzerine
sıcak tutacak ama rahatsızlık vermeyecek kıyafetlerini giymiş, traş
olmuş, alınmayı bekliyordu.