Öncelikle, Cihangir Cumhuriyeti dizisine katkı sunmuş olan
senarist ve yönetmene karşı kendimi bir pozisyona yerleştirerek
başlayayım. Ben Mustafa Kara’nın daha önce çekmiş olduğu
Kalandar Soğuğu ve Akın Aksu’nun eş-senarist olduğu
Ahlat Ağacı ve Kuru Otlar Üstüne filmlerini çok
beğenmiştim, hatta çok yaptığım bir şey değildir ama gıpta etmekle
kalmamış, biraz da kıskanmıştım. Hikayelerdeki katmanlar, tiplerin
derinliği, atmosfer, göndermeler, mekanlar, başka başka okumalara
imkan veren metaforlar, elbette biteviye taşra(lılık) ve herkesin
kendisini bulabileceği açık uçlu alanlar.
Sonra, kendimi Cihangir’e karşı bir pozisyona yerleştirerek
devam edeyim, İstanbul’da öğrencilik hayatım boyunca fiilen 5 yıl
yaşadım hala da ara ara giderim. Cihangir’de hiç oturmadım,
Cihangir kültürünü, ilişkilerini hep samimiyetsiz buldum ve
dolayısıyla bütün hayatım boyunca İstanbul’da fiilen yaşadığım
dönem de dahil, Cihangir’e yolum 2 ya da 3 kez düştü. Ama, bir
yandan Cihangir’i böyle görüp, diğer yandan orada yaşamaya, orada
yaşamak için küçük bir servet harcamaya, dahası zaten murdarmış
demeye hiç yanaşmadım.
Üçüncü olarak da, Cihangir Cumhuriyeti dizisi hakkındaki fikrimi
belirtip, kendimi burada konumlandırayım: Dizi senaryo düzeyinde
Yalçın Küçük’ün kirveliğiyle müsemma bir “Küfür Romanı”, oyunculuk
bakımından ise arthouse’a öykünen gerçek bir camp. Yani
“camper, poz yapmak olarak niteleyeceğimiz bir kavram, daha çok
travestilik gibi cinsiyet temsilleri üzerinden yaygınlaşan bir
kavram. Yani-, kadından daha çok kadın olarak görünmek gibi… Camp
estetiği en sabit anlamda poz yaptığını gösteren poz olarak
tanımlanabilir”(1)
Senaryo, Cihangir’e karşı o kadar kurularak yazılmış ki, belli
bir yerden sonra, kötülük Cihangir’de bir baz istasyonu ya da wi-fi
ağından yayın yapan, ya da belki Gargamel’in kazanından tütsülenen
bir doğa olayına dönüşüyor. Cihangir Cumhuriyeti’ni bu derece kötü,
fitneci gösterebilmek için, belli bir yerden sonra oyuncular
sürekli kasılmak, poz kesmek zorunda kalıyorlar. Oysa iyilik ya da
kötülük bir doğa olayı değildir (bkz. Ahlat Ağacı, Kalandar Soğuğu,
Bir Taşra Köpeği…) tüm bunlar belirli toplumsal koşullarda ortaya
çıkar ve belirli kültürel yapılar içinde (evrensel olanlar hariç)
iyilik ve kötülüğe dönüşür.
İşte bu nokta bizi klişe ile sosyal tip arasındaki farka
götürür(2). Klişe nedir, mesela Kürdün,
Meksikalının, Ortadoğulu’nun pis, çirkin, güvenilmez temsilidir.
Dolayısıyla belirli güç-iktidar ilişkileri içinde makbul sayılan
belirli temsiliyetlerin, estetik (keşke) konumlanışıdır. Klişe
kendisini toplumsal yapmaya çalışır ama inşa edilme biçimiyle
doğaldır, yani Meksikalı isen Holywood’da tecavüzcülükten
uyuşturucu kaçakçılığına; kiralık katillikten pezevenkliğe
Amerika’daki her pisliğin müsebbibi olarak temsil edilmekten başka
bir çaren yok, çünkü Meksika doğal olarak kötüdür. Öte yandan,
sosyal tip, belirli toplumsal ilişkilerin içinde inşa edilir
(mesela Balzac ya da Stendahl karakterlerini düşünelim, ya da uzağa
gitmeye gerek yok, Kuru Otlar Üstüne’nin öğretmenlerini veya Ahlat
Ağacı’nın babasını hatırlayalım) ve tam da bu yüzden sentetik değil
‘doğal’ görünür. Dolayısıyla, senaryo Gargamel’in kazanında ya da
İletişim Bakanlığı’nın bültenlerinde pişmezse, oyuncu da (eğer
oyuncu ise) semender gibi kasılıp, camper estetiğiyle poz kesmek
zorunda kalmaz.
Dolayısıyla şunu söylemeliyim, bu kadar iyi senarist, yönetmen,
oyuncu kadrosu, teknik ekip ve güçlü bir bütçeden, vergileri
peşinen kesilen bir yurttaş olarak, iyi bir şey beklemek hakkımız
diye düşünüyorum. Ama ne mümkün.
Bu dizi görüntü yönetmenliği ve sanat dışında; senaryodan
yönetmenliğe, oyunculuktan kurguya son derece kötü bir dizi. Hatta
belki bir dizi değil, yukarıda da değindiğim gibi görüntü
giydirilmiş brikolaj bir propaganda metni. Üstelik bu brikolaj,
yeni Türkiye denilen rejim ile senaristin Cihangir Cumhuriyeti’ne
karşı duydukları hıncın kesişim kümesine takılanlardan teğellenmiş
bir Frankenştayn ucubesi. Bu diziyi çekenler yalnızca küfretmek
istemişler ve bunu bile (burada insan BalTV ya da Gerçek kesit
ihtimamı olmasa bile, hiç olmazsa tribün coşkusu bekliyor) estetize
etmekten imtina ederek “ne o kuş ötmüyor galiba” avamlığıyla
yapmışlar.
Mesela, gece yarısı sarhoş sarhoş evine (ecnebi) adam atan
(geçkince) galeri sahibi kadın; şehvetli coşkulu bir gece umuduyla
tuvalete gider, dönene kadar adam kanepede sızmış ve donuna
işemiştir (bu arada altına kaçırmamıştır evet donuna işemiştir).
Bir başka Cihangir insanı çaptan düşmüş yönetmen Saygın bey, domuz
sesine benzer sesler çıkartarak şarj kablosunun fişini takmaya
çalışır takamaz (hakikaten senaryoya kuş kondurma), yanında sığıntı
olarak yaşadığı zengin kızı sevgilisine gasslight yapar ve yoga
seansı benzeri spiritüel bir ortamda osurur. Fatih’ten Cihangir’e
transfer olmuş ve elbette ruhaniyetini kaybetmiş, geçkin zampara
yazarımız ise genç sevgilisi ile sahilde otururken şarap açmaya
çalışır ama bir türlü açamaz, genç kadın şarap şişesini alır ve
mantarı kendisi açar, dönek yazar karısını ve kızını Fatih’e atıp
kaçmış, Cihangir’e yerleşmiştir.
Bir yayıncı aslında mahallenin gossip girl’ü olarak, sürekli
fitne peşindedir. Bir oyuncu menajeri vardır o mahallede tekel
olmuştur (tam da Ayşe Barım meselesi bu kadar köpürmüşken,
senaryoya kuş konar sen uçuşu hatırla), istemediklerinin ipini
çeker. Frankofil bir entelektüel vardır, ömrünün sonuna gelmiştir
ama hayatta bir anlam bulamamıştır, huysuzdur, vefasızdır, bir
arkadaşının senaryo notunu gerçek sanıp Fransa’da bir çocuğu
olduğuyla avunur, etrafına aldığı üç-dört gençle kendi epistemik
tarikatını kurmuştur. Yükseliş trendini yakalamış bir yönetmen
vardır, TRT’den önce çektiği bir takım sanat filmleri vardır sanki
ve onlarla dalga geçiyor gibidir (senaryoda) annesi Cihangir’e
gelince, başörtülü annesinden utanır (yok artık Anneler ve Kızları ya
da Gülsüm Ana). Bir diğeri alkolük
tutarsız bir oyuncudur.
Sonra ortamlarda sürekli hayvanlar görürüz. Cihangir’i fareler
basmıştır ilk bölümde. İkinci bölüm kedi, sonraki bölümlerde
mütemadiyen köpekler ve bir ara da eşekleri görürüz. Sonradan
rahmetli olacak dernek başkanı da rakı mezesi olan yeşillikleri
yemekten ziyade, adeta büyükbaş hayvanlar gibi geviş getirerek
tüketir.
Herkes son derece seküler yaşamaktadır ama bir yandan da
maneviyat aramaktadır. Fakat maneviyatı da newage, Uzakdoğu
inanışlarında bulmaya çalışmaktadırlar. Ortamda, yoga, Budizm ve
tütsü terörü vardır.
9 bölüm boyunca Gargamel’in fitne kazanı kaynar, 10. bölüm,
Şirinler’den STV kuşağına geçer. Cihangir insanları, gerçek hayatla
(Ana ocağı, Dolapdere, vefasızca terkedilmiş engelli eş…) tanışır.
Herhalde bütün dizinin, her şeye rağmen en hakiki bölümü burasıdır,
hiç olmazsa gerçek birkaç insan görürüz. Fakat burada da, dizinin
mekaniği olayları bir tür kıyamete sürüklemeye çalıştığı için,
kapanış ister istemez müteveffa STV’nin spiritüel dizileri, “Büyük
Buluşma”, “Sırlar Kapısı”, “Kader Çizgisi” matematiğiyle, nedamete
bağlanarak son bulur.
Tabii platformunun Cihangir Cumhuriyeti’ni, platformun bir
sonraki dizisi çıkana kadar konuşacağız. Sonra bir süre unutulacak
ama yıllar geçtiğinde bu diziye katkı sunmuş olanları ara ara
tekrar hatırlayacağız. Ama, Banker Kastelli’nin reklamında oynamış
olanlar gibi, 70’li yılların erotik filmlerinde oynamış olan
Yeşilçamlı erkek oyuncular gibi.
Yıllar geçtiğinde, hiç kimse mesela 7 Numara dizisi
gibi, Yeditepe İstanbul dizisi gibi, hatta Kurtlar
Vadisi serisi gibi bu diziyi tekrar tekrar izlemek
istemeyecek.
Ama dizinin sekanslarıyla sık sık karşılaşacağız yine de. Nasıl
ki, 70’li yılların erotik filmlerinin kitcliği Cem Yılmaz’a malzeme
olmuşsa; nasıl ki Kara Murat, Tarkan, Dünyayı Kurtaran
Adam ya da “Allahsızlığı Yayma Kürsüsü Başkanı İstihbaratçı
Albay Nureyev”(3) şimdilerde Kanziler için
açıklanamayan absürtlüğün temsili ve görünürlüğü haline gelmişse,
Cihangir Cumhuriyeti’ndeki pek çok sekans da muhtemeldir ki,
absürtlüğün mücessem hali olarak yeniden ve yeniden
editlenecek.
NOTLAR;
(1) Ali Şimşek, (2020) Yeni Orta Sınıf “sinik
stratejiler”, Tekin Yayınevi, Syf. 164
(2) Ayrıntılı okuma için Bkz. Stuart Hall,
(2017) Temsil, Kültürel Temsiller ve Anlamlandırma Uygulamaları
(3) Binlerce kez editlenmiş olan bu sahne,
yönetmenliğini Mehmet Kılıç’ın yaptığı, başrollerini Cüneyt Arkın
ile Oya Aydoğan’ın paylaştığı Güneş Ne Zaman Doğacak filmindendir.
Filmin ayrıca başka bir tarihsel önemi daha vardır: 19 Aralık 1978
tarihinde Maraş katliamına varacak olan olayları başlatan
provokasyon, bu filmin Maraş’ta gösterildiği Çiçek Sineması’na
bomba atılmasıyla başlamıştır.