Walter Benjamin, iki büyük savaş arası dönemde, “deneyimlerimizi
paylaşma yeteneğimiz elimizden alınmış gibi” diyordu Nikolai
Leskov’u son hikâye anlatıcısı olarak selamlarken. Bunun nedeni
olarak da deneyimin değer kaybetmesine işaret ediyordu. Ernst
Junger gibi faşist ideologların bir Çelik Fırtına (günümüzde de
‘dijital fırtına’ gibi versiyonları var bu tabirin; sağcı zihinler
seviyorlar böyle metaforları) gördükleri yerde Benjamin binlerce
ton çelik ve barut içerisinde çaresiz, küçük insan bedenleri
görüyordu. ‘Fırtına’ tabiri, elbette bu anlamıyla ‘çeliği’
doğallaştıran bir retorik işleve de sahip. Dolayısıyla doğaya
egemen olma mantığının da biraz daha ileri götürülmüş hali olarak
beliriyor bu türlü ‘faşist’ retorikler. Doğa karşısındaki
kahramansı mücadele, çeliğin dünyasına aktarılıyor; savaşın ve
savaş sonrası durumun yarattığı nihilizmle başa çıkmak üzere
gerekli olan anlam üretimi, bir tür kahramanlık ideolojisi
üretimiyle iç içe geçiyor. Nemea Aslanının, Lerna Su Ejderinin
yerini tanklar tüfekler, Herakles’in yerini ‘modern’ Siegfried’lar
alıyor. Savaş sonrası duruma bir anlam atfedebilmek için başvurulan
bu türlü çaba ve girişimlerin savaş alanlarındaki somut
deneyimlerle hiçbir ilgisinin bulunmamasının nedeni de zaten bu
mitleştirme hali. Mit dağıtıldığında manzara bambaşkadır: “Bir
zamanlar okula atlı tramvayla giden bir kuşak, artık bulutlardan
başka her şeyin değiştiği topraklarda, çıplak gökyüzünün altında
buluverdi kendini. Ve bulutların altında, şiddetli patlamaların,
akıntıların ortasında kalakaldı küçük, korumasız insan bedeni”
diyor Benjamin.
Pastoral bir çağın yasını tutmaya yönelmez elbette Benjamin;
daha ziyade insani deneyimin çoraklaşmasına ve bu boşluğu faşist
retoriğin doldurmasına bir itirazı vardır. Ünlü şair Yesenin’in
mezarı başında Troçki’nin söylemiş olduğu rivayet edilen bir söz
var: “Yesenin lirik bir şairdi, ama ne yazık ki lirik bir çağda
yaşamıyoruz.” Olan bitenlere anlamlılık kazandırması beklenen
idealist ideolojilerin ve tüm öznelci çabaların köksüzlüğü ve
güçsüzlüğü, biraz da doğaya egemen olmak yönündeki harcıâlem
inançların tam da pastoral nitelikli birer ideoloji niteliği
taşımalarından kaynaklanıyor zaten. Almanya söz konusu olduğunda,
1870’te kurulan Reich’ın orduyu “ulusun okulu” durumuna getirmiş
olmasının da bir sonucu…
“Ulusun okulu” metaforu da elbette kendi başına çok şey
anlatıyor. Öyle ki örneğin çocukken giydiği şort, taktığı şapka,
sürdüğü bisiklet nedeniyle Ağrı’nın modernleşmesine katkı sunduğunu
ileri sürebilecek kadar harcıâlem ifadeleri dile getiren
akademisyenlerle bile karşılaşmışlığım var kendi adıma (kimse
kızmasın, benim için bağışlanabilir bir şey değil bu). Ulusun
okulu, örnek tip, model tip, Oedipal döngüler… Eh, Girard sayesinde
biliyoruz artık züppenin kendisi için duyarmış gibi yaptığı
arzuyu Ötekilere de taklit ettirmek istediğini. “Bu girişim hiç de
soylu değildir; züppenin burjuva ruhunu ele verir. Bu silindir
şapkalı Mefisto, arzunun kapitalisti olmak istemektedir" diyor
Girard.
Benjamin’in tarif ettiği biçimiyle deneyime el konulmasında bu
züppeliğin de payı var kuşkusuz. Üstelik bu payı açığa çıkarma
becerisini, Benjamin tam da pastoral olanın yasını tutmaya
yönelmediği, adını da koyalım, tarihsel materyalizmin en seçkin
zihinlerinden biri olduğu için sergileyebiliyor. Dolayısıyla
pastoral olanın yasını tutmak ya da Alman faşistlerinin yaptığı
gibi onu simgesel düzeyde modern teknolojiyle barıştırmaya çalışmak
yerine, bir dönemin tarihsel anlamını yakalamaya çalışan
Benjamin’in izinden giderek, tam da yasını tutmamız istenen şeyin
tarihsel anlamını ortaya koymayı denemek gerekir gibime geliyor.
Çünkü her çağ kendi içeriğini üretiyor; öyle bastırılmış olanın
geri dönüşü gibi bir şey yok. Aksine, bu türlü bir geri dönüş
tahayyülü hem döndüğü varsayılan şeye, hem de onu bastırdığı
varsayılan şeye, gerçekte sahip olmadıkları bir kudret atfetmek
anlamına da geliyor.
Benjamin, bu türlü bir yansımayı, kapitalizmi bir din olarak,
bir saf kült dini olarak kavramsallaştırmayı denediği bir
yazısında, Freud’da saptıyordu. “Freud’un teorisi de bu kültün
rahiplerinin hegemonyasına aittir. Bu teorinin kavramsallaştırma
tarzı bütünüyle dinsel-kapitalist bir düşünceye bağlıdır. Hâlâ
aydınlatılmayı bekleyen çok derin bir analojinin sonucu olarak,
bastırılmış olan, yani günah fikri sermayenin kendisi olarak
belirir ve bu sermaye de bilinçdışı cehenneminin faizini öder.”
Çağımızın veri-bilgi akış biçimlerinin de modern olanı yok ettiği
düşüncesiyle hareket edilirse, tam da çağımızın kendi durumunu
analojik düzeyde düşüncede tesis etmekten başka bir şey yapılmaz
sanıyorum. Bilinçdışının kaşifi olarak Freud’un bile düşüncesinin
mimarisini metaların, paranın, piyasanın oluşturduğu yapısal
toplamın oluşturduğunu ileri sürmek mümkünse eğer, içinde
debelenmekte olduğumuz şu dijital fırtına dünyasında, kim bilir
kapitalizmin hangi düzeyinin yansımalarını teori olarak
kurguluyoruzdur!